26 Eylül 2014 Cuma

İş Kazalarında Tasarımcının Sorumluluğu

İstanbul Torun Center’daki asansör faciasının ardından sosyal medyada başlatılan “iş kazalarında mimarın sorumluluğu” tartışması, yapılan anketler, yorumlar ve projenin mimarı Emre Arolat’ın bunlara verdiği yanıtlar ile bir süre devam etti. Bu tartışma doğal olarak akla, birkaç ay önce Katar’da 2020 Dünya Kupası stadyum tasarımında imzası olan ünlü mimar Zaha Hadid üzerinden The Guardian’ın başlattığı tartışmayı getirdi. Mimar Emre Arolat röportajında, Zaha Hadid’in söylemine benzer şekilde mimarın iş kazalarında maddi ve manevi hiçbir bir sorumluluğu olmadığı görüşüne yer verdi. Ancak, her iki olayın ardından basında ve sosyal medyada yapılan yorumlar, bu konuda toplumsal bir uzlaşı olmadığını gösterdi. Bazı yorumcular, yasal bir sorumluluk olmasa dahi mimarın manevi sorumluluğundan dem vurdu. Ama hiçbir yorumda mesleki sorumluluk yer almadı.

Son dönemlerde, inşaat sektöründe iş güvenliğinin çokça gündeme gelmesine bağlı sorumlu arayışları, acaba hedef şaşırtma amacını mı taşıyordu? Yoksa başarılı bir mimarın bireysel markasının çok ön plana çıkmasına bağlı mesleki rekabet mi söz konusuydu? Yoksa tasarımcının görev tanımı içinde böyle bir sorumluluk olabilir miydi?


Torun Center’dan sonra iş kazaları sanki sektöre ve geri planda kalan sorumlulara ders vermek istercesine devam etti ve ediyor. Bu kez yine dünyaca ünlü bir mimarımızın tasarımını yaptığı bir inşaatın iş iskelesi, basit bir fırtınada çöküverdi. Bu kez işçiler değil, çevreden geçen pek çok insan ve araç zarar gördü. Yaşanan kaza, tartışmacıları bu kez “Bu bir iş kazası mı? Yoksa doğal afet mi?” ikileminde bıraktı ve yapımcının, yatırımcının, tasarımcının, üreticinin sorumlulukları gündeme taşındı.

Bu konuda geçtiğimiz günlerde yazdığım “İş kazaları bireysel hatalardan kaynaklansa da bir sistem sorunudur” yazımı hatırlama ihtiyacı hissettim. Evet, temel neden yine sistem sorunuydu. Sorun, sistemin içindeki bir alt-sistemde, herkesin görmekten ısrarla kaçındığı işveren-müteahhit-tasarımcı ilişkisinde yatıyordu ve işverenin, maliyeti düşürmek amacıyla uzmanlığı dışında müteahhit şapkası giymesinden ve mimar, proje yöneticisi, yapı denetçisi gibi unsurlar arasındaki “sorumluluk zincirini bozmasından” kaynaklanıyordu.

Türkiye’de müteahhitlik sektörüne girişte bir bariyer olmaması nedeniyle, hemen her yatırımcının ya bir inşaat şirketi ya da şirketinin ana sözleşmesinde “inşaat yapma ve yaptırma” maddesi vardır. Yani BJK gibi bir spor kuruluşunun dahi inşaat müteahhidi sıfatıyla kendi stadyumunu kendisinin inşa etme hakkı vardır. Firmalar ya da kuruluşlar, bu maddeye dayanarak, Sosyal Güvenlik Kurumunda doğrudan inşaatın ana müteahhidi sıfatıyla hesap açtırabilirler. Kimse de kendilerine “senin müteahhitlik ehliyetin, becerin, kapasiten, insan kaynağın, ekipmanın var mı?” diye sormaz.

Böylece İşverenler;
1)      Müteahhitlik donanım, bilgi ve birikimini hiçe sayarak, üstlenilen ağır sorumluluk, genel gider ve risklerin karşılığı olan bedeli ödemeden, kendilerini müteahhit konumuna koyarak,  
2)      Tasarımcılarından, sonradan yapacakları revizyonların karşılığı olan bedeli ödememek için telif hakkını özel bir sözleşme ile satın alarak,
3)      Tasarımcıyı uygulama sürecinde mesleki kontrollük görev ve sorumluluklarından dışlayarak,
4)      Yapı Denetiminin zorunlu bedel ve kurallarını illegal özel anlaşmalarla hafifleterek,
5)      Bünyelerinde oluşturdukları ya da dış kaynak olarak kullandıkları “proje yönetimi” kavramının içini boşaltarak,
6)      Proje yönetimine müteahhitlerle müteselsil sorumluluk ve yatırımcı nam ve hesabına iş güvenliği sorumluluğu yükleyerek,
7)      Kayıtsız finansman girişine bağlı çifte defter tutma alışkanlıklarından vazgeçmeyerek,

yatırım maliyetlerinden ciddi oranda tasarruf ederler, ederken de sektörde pek çok olumsuzluğa neden olurlar. Kaldı ki, ben bu konuda sadece yatırımcıların eleştirilmesini de haklı bulmam zira bir alanda “bu kadar açık kapı bırakılmasında”, “tavşana kaç tazıya tut denmesinde”, ya da “kişi ve kurumların fuhşa teşvik edilmesinde” kamu yönetiminin ve siyasi iradenin en üst düzeyde sorumluluğu olduğunu düşünürüm.

Torun Center kazasının hemen ertesinde Maliye Bakanlığı ile Şehircilik ve Çevre Bakanlığı müteahhitleri hedef tahtasına koydu. Ardından Kalkınma Bakanlığı, 2014-2018 yıllarına ait 10. Kalkınma Planı İnşaat Sektörü Özel İhtisas Komisyon Raporunu (*) günlük basına servis ederek, adeta günah çıkardı. Ama 2012-2013 yıllarında hazırlanan bu raporda belirtilen hiçbir konuda o tarihten bu yana kimsenin hiçbir adım atmadığı da ortada.

Bu sorumluluk karmaşası içinde “Mimarın Sorumluluğu” diyerek yeni bir spekülasyona yol açmayacağım. Ama, sistem içinde her unsurun bir dereceye kadar sorumluluğu olduğunu, aldığım mimarlık eğitimi, gençliğimde yaşadığım tasarımcılık deneyimi ve meslektaşlarımla empati kurabilme özelliğim nedeniyle söylemeden edemeyeceğim.

Evet, tasarımcının da iş kazalarında, yasalarımızda düzenlenmiş olmasa da bir sorumluluğu vardır: O da öncelikle, tasarımını yaptığı binanın iş güvenliği bakış açısıyla özellik ve gereksinimleri hakkında, işverenini ve yapının müteahhidini detaylı idari ve teknik şartnamelerle bilgilendirmektir.

Ama, dünyanın her ülkesinde maalesef, star mimarlar uygulama projesi ve teknik şartname hazırlamaktan ısrarla kaçınıyorlar ya da bu işi küçümsüyorlar. İşverenler de bu konuya gereken özeni ve kararlılığı göstermiyorlar. Bu eksiklik, ihale ve uygulama aşamasında müteahhitlerin de işine geliyor ve fiyat, kalite ve süre üçgeninde arzu ettikleri gibi davranabiliyorlar.

İngiltere’de 2007 yılında yayınlanan Yeni İş Güvenliği Yasasında tasarımcının sorumluluğu şöyle tanımlanıyor: “Tasarımcılar, bir inşaat işinde riski azaltabilecek en etkili konumdadırlar. Bir tasarım, fikir aşamasından detaylı şartname hazırlanmasına kadar olan tüm süreçte, farklı aşamalarda farklı disiplinde kişi ve ekiplerin katılımıyla gelişir. Her disiplinden tasarımcılar, her aşamada oluşabilecek risk faktörlerini tanımlayarak, olası riskleri azaltacak ya da ortadan kaldıracak önlemleri almada büyük katkı sağlayabilirler”.

Bu bakış açısıyla hazırlanan yasal düzenleme ile İngiltere’de 30 işgünü ve 500 Adam-Gün’den çok efor gerektiren her tasarım+inşaat işinde, daha tasarımın fikir aşamasında, İş Güvenliği Otoritesi tarafından onaylanan bir CDM (Tasarım-Yapım-Yönetim) Koordinatörü’nün İşveren tarafından görevlendirilmesi sağlanıyor. Bu görev, projenin önemi, ölçeği ve özelliklerine göre bireysel bir uzmana ya da mülti-disipliner bir kuruma verilebiliyor. CDM Koordinatörünün görevi; tasarım, planlama ve uygulama sürecini İş Güvenliği odaklı bakış açısıyla izlemek, ilgili paydaşlara iş güvenliği konusunda tavsiyelerde bulunmak, süreci izlemek ve dokümantasyonu denetlemek olarak tanımlanıyor. Genelde de bu görev, projede teknik müşavir ya da proje yöneticisi olarak görev yapan kişi ve kuruluşlara veriliyor ve üstlendiği riskler mesleki sorumluluk sigortası ile güvence altına alınıyor.

Benzer yöntem ve uygulamalar, sadece İngiltere’de değil, pek çok ülkede var. 

Darısı, ülkemiz inşaat sektörünün başına.


(*) Bu satırların yazarı, söz konusu Özel İhtisas Komisyonunun bir üyesi olarak görev yapmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder