İngiltere, bir tür “Yaratıcı Yıkım” fırsatını 16. Yüzyılda
William Lee’nin Kraliçe I. Elizabeth’e ve ardından iktidara gelen I. James’e
“Örgü Başlık ve Çorap Mekanizasyonu” Projesini sunup reddedildiğinde kaçırmış.
Ardından gelen gerileme süreci, “Buhar Makinesi” ve “Tekstil Makinesi”
icatlarının Siyasal İktidarlar tarafından patent verilerek nihayet
kabullenilmek zorunda kalındığı 18. Yüzyıla dek devam etmiş. O dönem, her iki
liderin de bu Yaratıcı Fikir, Teknik ve Makinelere izin ve patent vermemesinin
nedeninin, bunların ülke içinde tümüyle insan gücüne dayalı “Örgücü” nüfusunun
işsiz kalarak kendi iktidarlarına tehdit oluşturması ve bu üretime dayalı
olarak ticaret yapan ve iktidarı destekleyen elitlerin/zenginlerin düzenini
bozma endişesi olduğunda şüphe yok..
Ancak, kraliyet ve hanedanın korkunun ecele faydası
olmadığını anlaması için iki yüzyıl geçmesi, ekonominin düşüşe geçmesi ve
toplumun isyan etmesi gerekmiş. Bu sayede oluşturulan yeni yasal düzenlemeler
ve siyasi kurumların desteği ve toplumda oluşan güven sonucu ortaya çıkan
yaratıcı ortam, İngiltere’nin Sanayi Devrimine öncülük etmesine yol açmış ve
ülke 18. Yüzyıldan itibaren sanayi, ulaştırma ve deniz ticareti alanlarında
denizaşırı bir imparatorluğa dönüşmüş.
İngiltere'nin son birkaç yüzyıldır yaşadığı deneyim,
binlerce yıllık insanlık tarihindeki çok sayıda ulus ve medeniyetin düşüş ve
yükseliş dönemlerine sadece bir örnek.
ABD’nin pek ünlü MIT’sinde Türkiye’nin gururu olarak ders
veren Prof. Daron Acemoğlu, son kitabı “Ulusların Düşüşü”nde, bu sayısız
medeniyet ve uluslardan verdiği onlarca örnekle toplumların yükseliş ve düşüş
süreçlerini mukayeseli olarak analiz ediyor. Acemoğlu’na göre “Düşüş”,
toplumların kültür, coğrafya ya da liderlerinden bağımsız bir şekilde, siyasal
iktidarların kendisini ve kendisini destekleyen grupların statükosunu ve
ekonomik ayrıcalıklarını korumak, çoğulculuğa dayanan ve güven ve adalet
ortamını oluşturacak siyasal kurumları oluşturmaktan kaçınmak ve tesadüfen de
olsa ortaya çıkan “Önemli Yaratıcı Fikir” ve “Yaratıcı Yıkım”
Fırsatlarına, kendi iktidarlarına tehdit oluşturacağı varsayımıyla izin
vermemesinden kaynaklanıyor.
Tarihte görüldüğü üzere, her türlü ortamda “Yenilik” salt
bir fikir, teknik ya da süreç ile ortaya çıkmamış. Toplumu, ekonomiyi ve hatta
tarihi değiştiren önemli bir “Yenilik” ancak birbirine eklenen ve birbirini
tamamlayan icatlar ve süreçler sonucunda ortaya çıkmış. Buhar Makinesi, Tren,
Demiryolu, Bilgisayar, İnternet, Akıllı Telefon gibi icatlar hep birbirine
eklenen ve birbirini tamamlayan fikir, teknik ve süreçler sonucunda toplumda
bir “Yaratıcı Yıkım” a (ya da İngilizce tanımıyla Creative Destruction ya da
Innovative Disruption) neden olmuş.
BIM (Bina Bilgi Modellemesi- https://youtu.be/Hts6m-IO3ig) de inşaat sektörü için böyle bir “Yaratıcı
Yıkım” fırsatı.
Türkiye, her ne kadar inşaat sektöründe Çin’in ardından dünya
ikincisiyim diye böbürlense de 3. Sıradaki ABD ve hatta daha alt sıralardaki
Japonya, Almanya ve İngiltere BIM uygulamasını bir devlet programı ve teşviki
haline dönüştürmüş durumda. Bu konuda yasal düzenlemelerini çoktan yapmışlar ve
bu ülkelerde artık hiçbir inşaat BIM kullanılmadan inşa edilemeyecek. İnşaat
sektöründeki bu sıralamanın yakın zamanda değişeceğine hiç kuşku yok. Zira
şimdiden pek çok Türk Müteahhidi ABD, İngiliz, Japon, Alman, İtalyan
Müteahhitlerinin ucuz işçilik taşeronu konumuna düşmüş durumda. Orta Doğu’da,
Körfez Ülkelerinde ve hatta Rusya’da şartnamelerde BIM uygulamasında deneyim
şartını gören bazı müteahhitlerimizin "rekabet üstünlüğümüzü
kaybediyoruz" şikayetlerini dinlemeye başladık bile.
Siyasal iktidarımızın bu Yenilikten haberdar olmaması mümkün
değil. Büyük olasılıkla “Yaratıcı Yıkıma” yol açabilecek bu tür fikir, teknik
ve süreçlerin ülkede uygulamaya geçirilmesinin teşvik edilmemesi hatta önüne
set çekilmesi ise, sanırım tarihsel örneklerden edindiğimiz bilgiyle, emek
yoğun “amele” sektörümüzde işsizliğe davetiye çıkarılmasının önüne geçilmesi ve
mevcut düzenin bir süre daha korunması amaçlı olduğunu düşündürüyor.
İnşaat sektörü şu anda tam da toplumda olduğu gibi ikiye
ayrılmış durumda. Çağdaş fikir, teknik ve süreçleri benimseyen bir bölüm,
yurtdışına yönelerek siyasal otoriteyle çatışmamak adına ülke içindeki karar
mercii ve etkilerinden uzaklaşmayı tercih ediyor. Öte yandan farklı
sektörlerden inşaat sektörüne yeni giriş yapan, inşaatçılığı salt işgücü
istihdamı ve malzeme temini olarak gören, “ne pahasına olursa olsun daha ucuza”
odaklı ve çağdaş yönetim bilgisi ve deneyimden yoksun yeni türeyen yerel
gayrimenkul yatırımcılarından oluşan diğer bir bölüm ise, siyasal iktidarın
politik amaç ve hedefleriyle uyum içinde, kendi çalıp kendi oynuyor. Her
iki kesim de birbirlerinin alanı dışında iki farklı dünyada yaşıyor.
Genelde az gelişmiş ülkelerde bir tür kalkınma modeli olarak
karşımıza çıkan bu modelin, 1979 Nobel Ödülü sahibi Sir Arthur Lewis’in
tanımıyla, bir de bilimsel adı var: “İkili Ekonomi” ya da "Dual Sector
Model" http://nisnotes.blogspot.com.tr/2011/04/dual-sector-model.html
). Modeli inşaat sektörüne simüle ettiğimizde, “Gelişkin” sektörü temsil eden
ilk kesiminde yer alan yurtdışı taahhüt odaklı inşaatçılarımızı yurtiçinde
ancak 3. Boğaz Köprüsü, 3. Havalimanı, Avrasya Tüneli, Metro İnşaatları gibi
çok önemli kamu projelerinde görebiliyoruz ki bunlar ya "Geleneksel"
sektörden işgücü devşirerek, ya da uzak doğu kökenli işgücünü Türkiye’ye ithal
(!) ederek çalışıyorlar. Bunlar uluslararası ölçekte iş yapabilme becerisini
edinen ya da edinmeye çalışan sayıca az ama ölçek olarak oldukça büyük gruplar.
Türkiye’yi dünya inşaat listelerinde üst sıralara taşıyanlar işte bu grup
temsilcileri.
“Geleneksel” sektörü temsil eden geri kalmış kesimde yer
alan ve ayni zamanda gayrimenkul yatırımcısı şapkası da taşıyan Yap-Sat ya da
Sat-Yap’çı inşaatçılarımıza gelince, bunlar insan emeğini son derece verimsiz
kullanan, büyük oranda kayıt dışı çalışan, ülkenin siyasal ve sosyo-ekonomik
yapısıyla uyumlu şekilde plansız ve programsız iş yapan, tarım sektöründen
devşirdiği düşük vasıflı işgücünü sağlıksız koşullarda ve eğreti barakalarda
barındıran, iş güvenliğini bir külfet olarak gören, BIM gibi çağdaş proje
yönetimi araç ve tekniklerini kullanmaya ihtiyaç duymayan hatta reddeden
ölçekleri görece küçük, ama sayıları oldukça büyük bir grup..
Türkiye inşaat sektörü işte bu “İkili Ekonomi (Dual Model)”
sarmalına kilitlenmiş durumda. Ülke içindeki inşaat faaliyetleri arasında çok
önemli yer tutan Kentsel Dönüşüm uygulamalarının sağlıklı işlememesinde, yasal
düzenlemelerin eksik ve hatalı yanlarının yanı sıra, bu sürecin bütünüyle
“Geleneksel” kesime bırakılmış olmasından kaynaklandığını düşünüyorum.
BIM, inşaat sektöründe “Yaratıcı Yıkım”a neden olacak,
sektörün mevcut yapısını ve düzenini değiştirecek, taşları yerinden oynatacak,
yeni fikirler, teknikler ve süreçlerle taşlar üzerine yeni taşlar koyacak bir
uygulama, bir başlangıç noktası.. Belki ilk adaptasyon süresince verimlilik ve
performans bir miktar düşecektir. Ama sonrasında ülke ekonomisinin lokomotifi
olarak seçilen bir sektörde, ülkeyi dünya liderliğine taşıyabilecek bir alanda,
Türkiye tarihi bir fırsatı ıskalıyor, bence..